"Sus artık Ramsdale!"
The Players' Tribune'de Ramsdale'in kaleminden enfes bir yazı yayınlandı. Sanki lise takımından bir arkadaşımmış gibi, büyümüş, hayallerine kavuşmuş, epeydir de görüşmemişiz, bana mektup yazmış, hafif kırık ama dobra bir lisan ile... Soluksuz okudum diyebilirim. Her detayıyla saf, gerçek, senden, benden, bizden bir hikaye. Hayatın ta kendisini anlatıyor genç adam.
Türkçesi de olsun istedim bir yerde, daha fazla insanın okuması gerekiyor diye düşündüm özetle. Profesyonel bir çevirmen değilim, onu anlamaya çalışarak çevirdim bazı yerleri, bazı yerlerde de malum platformlardan çeviri desteği aldım ama Aaron konuşur gibi yazdığı için AI tabanlı uygulamalar biraz çaresiz kaldı. :) Neyse efendim, iyi okumalar.
SUS ARTIK RAMSDALE!
Bu makaleler iyi bir hikaye ile başlamalı, değil mi? Belki biraz da komik bir şekilde. İngilizce dersini hatırlıyorum. Pat diye bir şokla başlamak lazım falan filan...
Sanırım burada küçük bir sorunumuz var gibi görünüyor.
Arsenal'e katılma sürecimi düşündüğümde, diğerlerine benzer bir hikayem olmadığını görüyorum. Başka oyuncuların "Oh evet, Wenger beni aradı" dediklerini duydum. Ya da evin önünde adına yapılan bestelerin taraftarlarca söylendiğini anlatanlar da var.
Peki ya benim hikayem? Transfer haberlerinin çıktığı döneme ait hatırladığım tek şey tüm dünyanın bana tamamen çöp olduğumu söylemesiydi aslında...
Her şey çok güzel başlamıştı. İngiltere Milli Takımı'na Avrupa Şampiyonası öncesi hazırlık kampına çağrılmıştım. Orada olmak harikaydı. Oradayken menajerim Arsenal'in bana "ilgi" gösterdiğini söyledi. Günümüz futbolunda, bunun ne anlama geldiğini asla bilemezsiniz. Çok heyecanlanmamaya çalıştım.
"İlgi. Bu ne anlama geliyor?"
"Bilmiyorum" dedi "İlgi var işte"
"Yani beni transfer etmek istiyorlar mı?"
"Belki. Belki de değil. İlgi var."
Ertesi gün, Bukayo Saka ile kahve alırken karşılaştım, onu pek de iyi tanımıyordum, bu yüzden "Herhalde ona soramam, değil mi?" diye düşündüm.
Yani ne demeliyim?
"Günaydın Bukayo. Nasıl gidiyor? Ee şey, sizinkilerin bana ilgisi olup olmadığını biliyor musunuz?"
Saçmalık.
Evet, tam olarak bunu yaptım.
Bana ilginin gerçek olduğunu ve teknik direktörün kendisine gerçekten benim karakterimle, nasıl biri olduğumla ilgili sorular sorduğunu söyledi. Sanırım Bukayo hocaya benim iyi birisi olduğumu söylemiş olacak ki birkaç gün sonra menajerimden transferin gerçekleştiğine dair bir telefon geldi.
İnanılmaz. Arsenal Futbol Kulübü. Hayatımın en iyi günlerinden biri. Bütün arkadaşlarım peşpeşe mesajlar atıyor. Efsanesin. Harikasın. Ailem de keza ayın şekilde. Bundan daha iyi ne olabilir?
Antrenman bitti, telefonumu elime aldım, yanıyor... Gerçekten telefon sımsıcak. 100 civarı bildirim görüyorum. Twitter kuşu susmuyor. Ping, ping, ping. "Ne oluyor?" Instagram aynı şekilde. Ping, ping, ping. O dönemler günde 15 veya 20 bildirim alırdım. (Üçü annemden) Ping, ping, ping. Twitter'da ayrıntılara baktım ve transfer haberinin sızdığını gördüm ve beni harcamaya başladıklarını da...
@AaronRamsdale98 BURAYA GELME. REZİL HERİF.
2 KERE KÜME DÜŞEN ADAM? KORKUNÇ BİR TRANSFER.
24 milyon sterlin mi??? PİSLİK. (org. wanker)
Arada gerçekten güzel şeyler de vardı, mesela: Kuzey Londra'ya hoş geldin, Aaron! 🙂
Ping, ping, ping.
PİSLİK. PİSLİK. PİSLİK. (org. wanker)
İlk şoku atlattıktan sonra düşünüyorum biraz: Tamam, haklılar. Bildirimlerimi açık bıraktığım için suç bende. Modern futbol böyle. Sosyal medya tamamen toksik. Bunlar birkaç troll, kendini bilmez herifler, öyle değil mi? Sorun yok.
Odaya gidip televizyonu açıyorum. Futbol beni rahatlatan tek şey nihayetinde. Resmen çılgına dönmüş durumdayım. Eşime sorabilirsiniz. Ben aynı zamanda futbol oynayan bir futbol fanatiğiyim. Arabada futbol podcast'leri dinlerim, evde Georgina dizilerini seyrederken, ben de yanındaki koltukta iPad'imi açar Sky'da hangi maç varsa onu izlerim.
Sky Sports News'e geçiyorum... Eski oyuncuların, yorumcuların karşılıklı oturup konuştukları programlar vardır ya bilirsiniz, öyle bir program var ve arka planda genç bir futbolcunun fotoğrafı yer alıyor. Evet oradaki benim fotoğrafım ve hakkımda hiç iyi şeyler söylenmiyor.
"Kötü transfer. Arsenal için yeterli değil."
"Çok yüksek maliyet. Beğenmedim"
"İki kez küme düşen oyuncu? 24 milyon sterlin mi? PİSLİK"
Hayır, son cümle şaka tabi ama genel ton bu şekilde. Benden memnun değillerdi özetle. İdolleriniz, eski efsane futbolcular bütün ülkenin önünde sizin çöp olduğunuzu söylüyorlar, bunu görmek ilginç bir deneyim gerçekten. Beni çok etkiledi bu durum. Daha az önce bulutların üzerindeydim, hızlıca yere indirdiler.
Televizyonu kapattım. Bütün sosyal medya bildirimlerimi de kapattım.
Neyse ki Avrupa Şampiyonası bittikten sonra biraz yatıştı ortalık. Hayalimdeki kulübe katılacak olmak beni çok heyecanlandırıyordu.
Arsenal. İnanılmaz. Dedikoducuları, trolleri boşverelim. Keyfimize bakalım.
Arkadaşlarımı aradım. Çok güzel adamlar. Beni hiç yarı yolda bırakmadılar. Asla. Onları evime davet ettim ve gelir gelmez ağızlarından çıkan şeylere bakın...
"Vay canına, insanların senin hakkında söylediklerini gördün mü?"
"Hayır! Bilmek istemiyorum!"
"Dostum, bazıları çok komik. Bak."
Oh Tanrım.
Kaleci olmak için biraz deli olman gerektiğini söylerler. Ama benim ailemde ben normal olanım.
En büyük abim Edward bir gardiyan. Diğer abim Oliver, West End'de performans sanatçısı. Babam gerçek bir eski toprak. Kalecinin ayaklarıyla oynadığı bu yeni nesil Avrupa futbolunu hiç sevmez. Hayır, hayır, hayır. Topun kalecinin ayaklarında olduğu bir oyunu istemiyor. Bana sürekli Mr. Arteta'yı arayacağını ve ona "TOPU 9 NUMARAYA YOLLASANA EVLADIM" diyeceğini söylüyor.
İşte babam.
Annemse evin endişe edeni. Büyük abim - gardiyan olduğunu hatırlatayım - arkadaşlarıyla dışarıdaysa, o eve sağ salim döndüğüne dair mesaj atana kadar uyumaz. Abim 32 yaşında. Hala eve dönünce mesaj atmak zorunda: "Anne, eve geldim, yatağımdayım, seni seviyorum x."
Ben kardeşlerin en küçüğüyüm ve sanırım kardeşler arasında en az ilginç olanıyım. İnsanlar bana futbolcu olma hayalimin peşinden koştuğum için çok cesur olduğumu söylediklerinde sadece gülüyorum. Oliver ailemizin gerçek süperstarı. Esas cesur olan o. Bedford'a üniversiteye gitmesine 3 hafta kala, beden eğitimi öğretmeni olmak istemediğini, hayallerinin peşinden koşmak, tiyatro okuluna gitmek istediğini anne babama söyledi. Pılını pırtını topladı ve tamamen farklı bir hayat yaşamak üzere Londra'ya gitti.
Ama esas cesurca yaptığı şey bu değildi. Beni ona esas saygı duymaya iten şey daha başka. Kardeşim eşcinsel ve okula gittiğinden beri özgürce hayatını yaşıyor. Onun kardeşi olduğumu söylemekten gurur duyuyorum. Bunun hakkında daha önce hiç konuşmadım ama futbolda yaşananlar göz önüne alındığında, bunu burada belirtmenin önemli olduğunu düşündüm. Oliver birçok yönden benim gibi biri aslında. Normal bir adam. Futbolu seviyor. Arkadaşlarıyla takılmayı seviyor. Futbolcuları seviyor. Benim için gurur kaynağı ve onunla gurur duyuyorum.
Yıllarca homofobik yorumlar veya aptalca şeyler söylendiğini duyduğumda - hem soyunma odalarında hem de sosyal medyada - çok kez dilimi ısırdım. Sanırım o da bunu çoğu kez yapmıştır.
Neyse ki, bunların hepsi bugün sona eriyor.
Bunu açıkça söylemenin kolay bir yolu yok, "doğru zaman" diye bir şey de yok. Bu yazın başından beri bunun üzerinde düşünüyordum açıkçası, ailemden de onay aldım ve anlatıyorum.
Çünkü bir hikaye anlatıyorsam, doğru dürüst anlatmalıyım.
Arsenal'le sözleşme imzaladığımda, kişisel olarak bana söylenen her şeyle başa çıkabilecek güçteydim. Ancak bazı yorumlar ailemi hedef alıyordu ve tamamen sınırları aşıyordu.
Bir kaleci olarak her şeyi duydum. Benim hakkımda aşağı yukarı her şeyi söyleyebilirsiniz, ben de güler geçerim bunlara. Hatta bazen dönüp size karşılık bile veririm. Ancak homofobi veya nefret konusunda belirli bir çizgiyi aşarsanız bu olmaz, kesinlikle yanlış.
Şimdiden duyabiliyorum tepkileri.
"Kes sesini, Ramsdale. Futboluna bak oğlum sen.”
Ama bu da futbolla ilgili. Futbol herkes içindir. Benimle aynı fikirde değilseniz, belki de çenesini kapatıp aynaya bakması gereken kişi sizsiniz.
Bakın ben de herkes gibi bir futbol fanatiğiyim. Desteklediğim takım benim gibi birisini transfer etmiş olsaydı, muhtemelen ben de şüpheyle bakardım buna. Zira benim Arsenal'e gelene kadarki kariyerim deneyip başaramama üzerine kurulu.
15 yaşımdayken formamın içini dolduramadığım için Bolton tarafından serbest bırakıldım. O kadar küçüktüm ki babamın kıyafetlerini giyiyormuşum gibi görünüyordum. Civardaki diğer beş altı kulübe gittim, hepsi de beni reddetti.
Utanç vericiydi. Okuldayken futboldan ve nasıl kaleci olacağımdan başka bir konu hakkında konuşmazdım. Mr Kerr adında harika bir İngilizce öğretmenim vardı, derslerdeki bütün konuları futbolla ilişkilendirmeme izin verirdi. 10 dakika boyunca West Brom veya Chelsea hakkında gevezelik etmeme müsaade eder ve bir şekilde bunu o günkü dersin konusu ile ilişkilendirdi. Bolton'dan ayrıldığımda yıkılmıştım, orada olmak benim okuldaki kimliğimin de çok büyük bir parçasıydı. Mr Kerr içime kapandığımı farketmişti. O kadar kötü durumdaydım ki, arkadaşlarıma bile kulüpten ayrıldığımı söylemek istemedim.
Rüyamın bittiğini düşünmeye başlamıştım.
Mr Kerr bir gün dersten sonra beni kenara çekti ve sorunun ne olduğunu sordu. Ona anlattım durumu. Ve çok samimi bir şekilde bana şunları söyledi: "Bu ülkede kaç tane kulüp var? 80 küsur olmalı, değil mi? Bir tane bulacaksın, merak etme, pes etme. Hayalinden asla vazgeçme."
Birkaç hafta sonra, Sheffield United benim altyapılarına katılmama müsaade etti. Beni transfer ettiler, aldılar demek isterdim ama gerçekten daha çok müsaade etmiş gibilerdi.
Dört yıl sonra, Chesterfield formasıyla ilk profesyonel maçıma çıktım. Accrington Stanley deplasmanındaydık. Ocak ayının ortası. Saha hatırladığım kadaroyla bir çamur deryasıydı. İkinci yarıda görüp görebileceğiniz en kötü gollerden birini attım kendi kaleme. 3-0 gerideydik ve tribünler sürekli benden bahsediyorlardı "Hepsi senin suçun! Hepsi senin suçun! Hepsi senin suçun!"
O anda insan kendisini küçülmüş vaziyette bir parmak çocuk gibi hissediyor. Arkamı döndüğümü hatırlıyorum, İngiltere alt liglerinde tribünler sahaya çok yakın, birden yaşlı bir amcayla göz göze gelebiliyorsun.
Bu kadar yakın bir mesafeden onlara karşılık vermemek gerçekten çok garip bir durum. Tabi bu arada iki üç birayı indirmiş bir halde ben de arkadaşlarımla birlikte o tribünde olsaydım, bu hisse bayılabilirdim.
Bir sonraki deplasman maçında nasıl oldu bilmiyorum, tribündekiler bana yine sallamaya başladılar, arkamı döndüm, rastgele birini seçtim ve arsız bir şekilde sırıtarak el sallamaya başladım.
Tribündeki herkes o herife dönüp gülmeye başladı.
Sanki omuzlarımdan ağır bir yük kalktı.
Maçta ne zaman bir ara olsa arkamı dönüp küçük bir şaka yapardım. İyi bir şakaysa bütün tribün gülmeye başlardı. Eğer kötüyse gerekli tepkiyi de verirlerdi. Çok saçma gelebilir ama benim baskıyla başa çıkma yöntemim oldu bu durum.
League Two'da, hatta Championship'te bile bir sürü insanın hayatıyla oynayabiliyorsunuz. Chesterfield'da küme düştüğümüzde, personelin son maçın ardından karton kutularda eşyalarıyla binadan çıktığını hatırlıyorum. Bunun sadece filmlerde olduğunu sanıyordum. Malzemeci, temizlikçiler, bilet görevlileri… sahada olanlar yüzünden hepsi işsiz kaldı.
Gerçek hayat bu işte.
Çok, çok zor bir dersti benim için ama öğrenmeye devam etmem gerekiyordu. Profesyonel futbolculuktaki ilk dört sezonumda sırasıyla 24, 20, 18 ve 20. sıralarda bitirdik ligi. Geçen sezon (Arsenal'le yaşadığımız) şampiyonluk yarışına kadar, daha önce kulüp düzeyinde herhangi bir kupa için böylesi bir yarışmacı ortamın içine girmemiştim.
Bu yaşadıklarım, mükemmellik dışında bir ihtimalin başarısızlık olarak değerlendirildiği, hayallerin suya düşeceğine inandırılan çocuklar için akıllarından çıkarmamaları gereken bir örnek olabilir.
Doğru insanlar size inandıkları sürece, ne kadar çok çalıştığınızı ve takıma neler katabileceğinizi gördükleri sürece, sizden nefret edenlerin ne dedikleri hiç önemli değil. Mikel Arteta bende özel bir şey gördü ve önemli olan da buydu. Onunla ilk tanıştığım anı hatırlıyorum, “Sadece kendin ol” dedi bana.
Belki bazı insanlar komik bir birliktelik olduğunu düşünüyor, çünkü o inanılmaz derecede azimli ve ciddi görünen birisi. Bense şakalaşmayı seven genç bir adamım. Ama bu birliktelik bir şekilde çalıştı.
Benden çok daha agresif ve daha önde oynamamı istediğini hatırlıyorum. Ben de her antrenmanda bu dediklerini yaptım ve sürekli daha fazlası için çalıştım.
"Hayır, hayır, daha önde" derdi sürekli.
Her gün, bir önceki günden daha fazla öne doğru.
"Evet evet. Hayır, Daha Öndeee!
Düşünüyorum şimdi, e yeter ama ..... hocam orta çizgiye geldim. Ne kadar daha öne çıkayım?
Aslında harikaydı, çünkü bu kadar agresif oynarken açığa çıkan duygularımı açıklamama izin veriyordu ve bana 10 kez, 20 kez istediği şekilde oynayan farklı takımlardan örnekler gösterdi. Bazen "Kahretsin patron, burada resmen eski Barcelona'yı izliyoruz. Bunu başarabileceğimizden emin misin?” derdim.
Ama sonunda bir orta noktada buluştuk ve sonuçlar zaten durumu kendi kendine anlattl bize.
Lig Kupası'nda ilk maçım, bir Çarşamba akşamı West Brom deplasmanındayım. Taraftarlar stadın köşesinde konuşlanmışlar, seslerinin epey yüksek çıktığını hatırlıyorum. "Tanrım, umarım beni yuhalamazlar" diye düşündüm.
Maçın ilk beş dakikasında daha topa dokunmamıştım bile neredeyse. Bir kurtarışım falan yoktu. Ve tribündekiler benim adımı söylemeye başladılar.
Tüylerim diken diken oldu. Dönüp kalabalığa baktım, olan biteni tam anlayabilmek için. O anda fark ettim: Bu insanlar gerçek taraftarlar. Bir çarşamba gecesi West Brom'a geliyorlar. Evet, internette, sosyal medyada konuşan birkaç aptal var. Ama onlar kimin umurunda? Gerçek taraftarlar burada, arkanızda.
İşte o zaman kendimi evimde hissettim.
Kuzey Londra'daki bu ilk iki sezonum inanılmazdı. Açıkçası, geçen sezon hedefimize ulaşamadık ve bu hâlâ canımızı yakıyor. Ancak kaydettiğimiz ilerlemeyi düşündüğümde gerçekten gurur duyuyorum. Bir an için futbol taraftarı şapkamı takıp olaylara dışarıdan bakabilsem çok başka olacak, çünkü bu kulüpteki oyuncuların kalitesi gerçekten mükemmel.
2021-2022 sezonunda ilk dördü kaçırdığımız anı asla unutmayacağım. Benim için doğru yolda olduğumuzu anladığım bir zaman dilimiydi. Newcastle deplasmanında 2-0 kaybettikten sonra otobüste Bukayo'nun yanında oturuyordum. Herkes mahvolmuştu ama Bukayo ve Emile gibi altyapıdan gelen oyuncuların üzerlerinde çok daha fazla baskı vardı. Maçtan sonra soyunma odasında yerlerdeydi hepsi. Otobüse bindiğimizde Bukayo sessizdi. Genellikle mağlup olsak bile her zaman konuşacak bir şeyimiz olur. Ama o gün sadece ölüm sessizliği vardı. Bu yüzden yanımda oturmasına rağmen ona bir mesaj attım. İyi olup olmadığını, sohbet etmek isteyip istemediğini sordum.
Beş dakikalık kadar konuştuk, sohbetin çoğu sır olacak kalacak ama ona kaç kez başarısız olduğumu, bu oyunda iyi olmadığımı hissettiğimi anlattım. Özellikle Euro'da yaşadığı onca baskı ve tacizin ardından bu takımı 8. sıradan 5. sıraya çıkarmanın ne kadar büyük bir iş olduğunu ve bununla gurur duyması gerektiğini anlattım.
Ben en fazla 18. olabilmiştim.
Her şeyin harika gittiği süreçlerden ziyade başarısızlıklardan çok daha fazla şey öğrenirsiniz.
Evet, geçen sezon şampiyon olamadık ama 8.likten 5.liğe ve oradan 2.liğe yükseldik, kulüpte inşa ettiğimiz bu kültürü seviyorum. Gooner olmak için harika bir dönem. Ve kişisel olarak da geçen sezon arkamı kolladıkları için takım arkadaşlarıma, menajerime, tüm ekibe ve taraftarlara teşekkür ediyorum.
Korkarım işlerin biraz ciddileştiği yerdeyiz.
Hayatlarımızda insanların bilmediği çok şey oluyor, geçen yılı ailecek duygusal olarak çok inişli çıkışlı geçirdik. Premier Lig'in tepesine tırmanıp ilk kez Dünya Kupası'na dahil olmamın ardından eşim ve ben ilk çocuğumuzu beklediğimizi öğrendik. Mikel, Dünya Kupası'ndan sonra bana fazladan birkaç gün izin verdi, kısa bir tatile çıktık. Gerçekten hayatımızın en mutlu günleriydi. Ve evet... bunu söylemenin kolay bir yolu yok ama bence insanların bilmesi gerekiyor...
Eve dönerken uçakta eşim düşük yaptı.
Londra'ya varana kadar geçen o altı saatlik süre boyunca yaşadığımız acıyı şimdi bile tarif etmemin hiçbir yolu yok. Bu acıyı yaşayan ve kendi kendine atlatmaya çalışan insanların yalnız olmadıklarını bilmelerini istiyorum.
Geri döndüğümüzde, pek çok kimseye olanları anlatmadım. Sadece ailem, takım arkadaşlarım ve tabii ki Mikel. Çok iyiydi... Şampiyonluk yarışının ortasındayken, kulüp üzerinde çok fazla baskı varken, kendimi toparlayabilmem için biraz dinlenmeye ihtiyacım olup olmadığını sordu. Mikel, iyi olduğumuza emin olana kadar elini üstümüzden çekmedi.
Bana göre yöneticilik bu işte.
Her zaman her konuda aynı fikirde değiliz. Bazen futbol hakkında çok iddialı sohbetlerimiz de oluyor. Ama Mikel oyuncularını çok önemsiyor ve yaşadığımız acıyı geride bırakabilmemiz için gösterdiği çabayı hep saygıyla anacağım.
Üç gün sonra Spurs'le derbi maçımız vardı ve benim için kafamı dağıtmanın tek yolu buydu. Futbol her zaman benim güvenli alanım, kaçış yerim olmuştur. Hocaya oynamak istediğimi söyledim. Daha güzel bir gece olamazdı. Deplasmanda, yeni stadın ışıkları altında 2-0 kazandık, taraftarlarımız çılgına dönmüştü. Maça dönüp tekrar bakarsanız, son düdükle birlikte gülümsediğimi görebilirsiniz. Maç bitince kalenin arkasından su şişemi almaya gittim ve bir milyon yıl geçse bile aklıma gelmeyecek şey oldu, bir Tottenham taraftarı sırtıma tekme attı.
Her ligden İngiliz futbol taraftarlarıyla birbirimize çok takıldık. Bana aklınıza gelebilecek her şekilde sallamışlardır. Ama kimse bu şekilde çizgiyi aşmamıştı. Soyunma odasına döner dönmez polise ifade vermek üzere dışarı çıkarıldığım için galibiyeti bile kutlayamadım.
Bu arada bunu yapan herif için neredeyse üzülecektim, çünkü kendi kendime şöyle düşündüm: Beni bir insan olarak tanısaydı ve şu anda gerçekten yaşadıklarımı bilseydi bunu yapmasına imkan yoktu. Bir gün karşılaşıp futbol hakkında sohbet etsek, muhtemelen arkadaş bile olurduk.
Bu makaleyi yazmak, hikayemizi artık sizlerle de paylaşmak istememin bir nedeni de buydu. Özellikle son yıllarda futbolda çok fazla olumsuzluk ve toksik şeyler görüyorsunuz. İster sosyal medyada ister sahada olsun, çoğu insan derinlikli bakabilmekten acizmiş gibi geliyor.
Bu hikayeyi yayınladıktan sonra, ne kadar üzücü olsa da, eşim ve kardeşim hakkında bol miktarda mesaj alacağımı biliyorum. Diğer oyuncular, özellikle de siyahi takım arkadaşlarım daha da kötü mesajlar alıyorlar. Nedense, sosyal medya platformları buna bir dur demek konusunda fazla ilgisizler.
Ama benim için mesele bu mesajları durdurmak değil. Konu troller değil. Çünkü onlara ulaşamayacağımı biliyorum. Benim için bu sadece doğru olanı savunmak ve doğruyu anlatabilmekle ilgili.
Bir insan ve bir baba olarak kim olmak istediğimle ilgili.
Bu yaz, Georgina ve ben arzu ettiğimiz en güzel hediyeyi aldık. Georgina tekrar hamile. Yolda küçük bir Gooner var ve çok mutluyuz.
Baba olacağınızı bilmek, gerçekten gelecekte nasıl bir adam olmak istediğinizi düşünmenize neden olur.
Ben Premier Lig'i kazanmayı ve kupayı Kuzey Londra'da havaya kaldırmayı hayal ediyorum. Dünya Kupası. Şampiyonlar Ligi. Tüm bu hayallere sahibim ama bunların hepsi futbol hayalleri.
Bir insan olarak ise başka bir hayalim var.
Sevdiğim bu oyunun herkes için güvenli ve konforlu bir alan olmasını istiyorum. Kardeşim Ollie'nin - veya herhangi bir cinsiyetten, ırktan veya dinden herhangi birinin - tacizden korkmak zorunda kalmadan, maçlara gelebilmesini istiyorum.
Ve Emirates Stadyumu'nda kupa kaldırırken kardeşimin de yanımda olmasını istiyorum.
O zaman trollere söyleyecek ne kalıyor? Hiçbir şey..
Seviyorum seni kardeşim,
Aaron Ramsdale

Comments
Post a Comment